28 Kasım 2017

TÜRKİYE'DE ORTA SINIFLARIN DEĞİŞEN KONUMU

Toplumsal tabakalaşma bütün toplumlarda görülen bir vakadır. Ancak tabakalaşmanın biçimi ve mahiyeti, değerlendirme yapmak açısından oldukça önemlidir. Genellikle kolay anlaşılması bakımından toplumları üst-orta-alt tabakalardan müteşekkil bir biçimde üç katmanlı bir modele göre açıklamak yaygın bir eğilimdir. Ancak özellikle Fordist ileri sanayi toplumlarına göre şekillenmiş bu modelin, üretim ve tüketimin ciddi bir biçimde farklılaştığı günümüz toplumları için geçerliliği ise bir tartışma konusu. Günümüzde yapılan araştırmalarda sınıfların parçalandığı ve daha alt katmanların ortaya çıktığı görülüyor. Bu parçalanma veya çeşitlenmeden en fazla nasibini alan ise orta sınıf olmuştur.


Zira orta sınıfın geleneksel formunu aldığı Fordizmin yerini esnek üretim modeline bırakması ile birlikte bu toplumsal yapı sarsılmış ve kökten bir değişime uğramıştır. Eskinin eğitimli, yerleşik, müreffeh orta sınıfı gittikçe bu konumunu kaybetmeye başlamıştır. Orta sınıf bugün artık tek başına açıklayıcı genel bir kategori olmaktan çıkmıştır. Bu sebeple de çeşitli alt katmanlarla ilgili kavramsallaştırmalar yapılmaktadır.


Bu bağlamda günümüzde orta sınıfın küçük bir kesiminin yükseldiği, önemli bir kesiminin ise konum kaybı yaşadığı görülüyor. Orta sınıfın yükselen kesimleri yeni iş ve sermaye ilişkilerinde yararlı konumda olan küresel elit ve yeni orta sınıf gruplarıdır. Bu katmanlarda yer alanlar gittikçe yaşam tarzı ve iktisadi ilişkiler bakımından orta sınıfın geri kalan geniş kesimlerinden kopmaktadırlar. Orta sınıfın konum kaybı yaşayan katmanlarını ise prekarya olarak adlandırılan alt-orta sınıf oluşturuyor. Gittikçe belirsizleşen konumlara sahip olan bu kesim, orta sınıfın büyük bir kısmını teşkil etmektedir. Bir de yeni orta sınıf olarak adlandırılan, yeni yükselen hizmet kollarında yönetici ve uzman pozisyonunda çalışan orta sınıf kesimleri söz konusu. Bu katmanda yer alanlar yeni üretim ve tüketim mekanizmaları içerisinde geleneksel orta sınıftan ayrışmaktadırlar. Dolayısıyla orta sınıf denildiğinde artık yekpare bir toplumsal kesim ifade edilmemektedir. Günümüzde orta sınıfın gittikçe parçalanmış, birbirinden ayrı çıkar ve ilgilere sahip farklı katmanlardan meydana geldiğini kabul etmek gerekiyor.


Tanımlamanın güçlüğü kadar orta sınıfa yüklenen anlamlar da bu tartışmaların önemli unsurlarından birisi olarak gözüküyor. Geleneksel sosyolojik analizde orta sınıfa toplumsal dengeyi sağlama ve düzeni oluşturma misyonu yüklenmektedir. Zira onların çıkarının mevcut sistemin devamından yana çıkarak kamusal çıkarları savundukları düşünülmektedir. Bu yönüyle geniş bir orta sınıfın aynı zamanda dengeli bir toplumsal yapının da göstergesi olduğuna inanıldığını söyleyebiliriz. 1980'lerde Turgut Özal'ın orta sınıfı sık sık "ortadirek" olarak tasvir etmesinin arkasında da bu bakış bulunmaktadır. Özal, orta sınıfı taşıyıcı bir orta direk gibi tasavvur etmekte ve bu yönüyle "evin direği" olarak görmekteydi. Orta direk zayıflarsa ev çöker. Günümüzde orta sınıfların bu anlamlarında da ciddi değişimler söz konusu. Eskinin ağırbaşlı ve sadık orta sınıfı, gittikçe protestocu bir görünüm kazanmaktadır.


Sınıfsal Kutuplaşma ve Orta Sınıfın Kaybı

Türkiye'de orta sınıfın konumu ve tabakalaşma içindeki yeri konusunda çeşitli fikirler mevcuttur. 1980'lerden günümüze yapılan analizler orta sınıfın oransal olarak bir daralma yaşamadığını gösteriyor. Ancak toplumsal yapı içinde orta sınıfta oransal olarak bir daralma olmaması konumların değişmediği anlamına gelmez. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de 1980'lerden itibaren, ama özellikle son 20 yılda, sınıfların toplumsal konumlarında ciddi bir farklılaşma yaşandığı muhakkak. Bu farklılaşmanın temelinde ise üretilen gelirin, refahın ve servetin bölüşümündeki kaymalar yatıyor. Günümüzün iktisadi sistemi, gelir ve servetin daimi bir biçimde tabakalaşma piramidinin en üstünde yer alan çok küçük bir kesime doğru akmasını sağlayacak bir biçimde aşağıdan yukarıya refah transferini ve eşitsizliği besleyecek şekilde yapılanmış durumda. Bu anlamda yaşanan değişimi bir "sınıfsal kutuplaşma" olarak adlandırmamız mümkün. Kutuplaşma, küçük bir özel sektör elitinin girişimsel, yönetimsel, profesyonel sınıflarda yükselişini ve geri kalan çok geniş bir kitlenin emek piyasalarının alt kesimi boyunca yoğunlaşmasını ihtiva ediyor. Bu kutuplaşma içerisinde toplumun çok küçük bir kesimi gelir ve serveti elinde toplarken toplumun geniş bir kesimi gelir ve servetin çok küçük bir kesimine sahiptir.


Bu anlamda dünya ekonomisinin değişen biçimi içerisinde geleneksel orta sınıfın yeni yükselen reklam, pazarlama, finans ve bilişim sektörlerinde yönetici ve uzman konumlarında yer alan çok küçük bir kesimi, yeni yönetici elit içerisine (üst orta sınıf) katılıp gelir ve servetten pay almaya başlarken; çok büyük bir kesimi güvencesiz ve esnek çalışma koşulları altında gittikçe proleterleşmekte/prekaryalaşmakta ve alt sınıfa çok yakın bir konuma yaklaşmakta, tabana doğru yığılmaktadır. Eğitimli kesimin önemli bir kısmı, ekonominin ve istihdamın yapısına bağlı olarak bazen işçi sınıfının eğitimsiz kol emeğine dayalı kesimlerinden dahi daha düşük bir gelir ve yaşam koşuluna sahip. Eski geleneksel orta sınıfın bir kısmı ise geleneksel konumlarını koruyabilmiş durumda. Ancak yaşanan değişimin trendi bu kesimlerin de hızlı bir biçimde toplumsal tabakalaşma piramidinde aşağıya doğru hareket edeceğini göstermekte. Bu değişim trendi toplumsal yapıda ciddi bir gelir, servet ve refah kutuplaşmasını beraberinde getiriyor.

Bugün dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD'de en yüksek gelire sahip yüzde 1'lik kesim, 2002-2007 yılları arasında ekonomide yaratılan bütün büyümenin yüzde 65'ine, 2010'da ise yüzde 93'üne sahip olurken orta sınıflar büyük bir iktisadi daralma ve alt gelir grupları da ciddi bir fakirleşme yaşamaktadır. ABD'de bugün ortalama bir CEO'nun ücreti ortalama bir işçinin 250 katı civarında bulunuyor. Eşitsizlikteki bu artış Amerikan toplumunda Occupy Wall Street, Ferguson olaylarında olduğu gibi işaretlerini görmekte olduğumuz sosyal patlamalara yol açmaya başladı bile.


Türkiye'de ise durum bir miktar daha olumlu olmakla birlikte benzer bir trend yaşanmaktadır. OECD'nin Growing Unequal? Income Distribution and Poverty in OECD Countries başlıklı raporunda belirtildiği gibi 1980'lerden itibaren Türkiye'de alt ve orta gelir gruplarının toplam gelir içerisinden aldıkları pay düşerken; üst gelir grubunun payı artış göstermiş durumda. Benzer bir durum servetin dağılımında da bulunmakta. 2016 yılı itibariyle Türkiye OECD ülkeleri arasında en yüksek üçüncü Gini katsayısına (yani gelir dağılımı bozukluğuna), en yüksek ikinci gelir yoksulluğu oranına ve en yüksek dördüncü zengin/yoksul gelir oranına (yani eşitsizliğine) sahiptir. Bir başka OECD araştırması olan Kasım 2016 tarihli Income Inequality Update ise Türkiye'nin yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmada etken olabilecek yeniden dağıtım anlamında sondan üçüncü ülke olduğunu göstermektedir.


Türkiye İstatistik Kurumu'nun her yıl yaptığı Gelir Ve Yaşam Koşulları Araştırmasının 2016 verileri bu durumu en çarpıcı biçimiyle karşımıza çıkarıyor. Bu araştırmadaki verilere göre hane halkı kullanılabilir fert gelirine göre; en yüksek gelire sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 0.7 puan artarak yüzde 47.2; en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay ise 0.1 puan artarak yüzde 6.2 oldu. Buna göre; toplumun en zengin yüzde 20'sinin gelirinin, en yoksul yüzde 20'sinin gelirine oranı 7.6'dan 7.7'ye yükselmiştir.


Aslında bir toplumda gelir eşitsizliğini gösteren Gini katsayısının temeli olan bu hesaplama mevcut durumu göstermesi bakımından faydalı olmasına rağmen yetersizdir. Zira tabakalaşma açısından mevcut parçalanmış ve çeşitlenmiş yapısıyla topluma yüzde 20'lik dilimler halinde bakmak anlamlı neticeler vermemektedir. Bu sebeple yüzde 5'erlik dilimler halinde bakmak daha anlamlı olacaktır. Ancak Türkiye'de istatistiklerin tutulma biçimi sebebiyle toplumsal yapıya daha küçük dilimler içerisinde bakmak henüz imkân dâhilinde değil. Bununla birlikte yapılan bazı tahminlere göre bugün Türkiye nüfusunun en zengin yüzde 10'luk kesiminin sahip olduğu gelir, en yoksul yüzde 10'luk kesimin elde ettiği gelirin 15 katına denk gelmekte. Türkiye'de sosyal yardım transferleri yoluyla en alttaki yüzde 20'lik kesimin refahında kısmi bir iyileşme gerçekleşip mutlak yoksulluk oranı bir düşüş gösterirken orta sınıf gelir ve servetin dağılımında gittikçe daha aşağılara doğru hareket etmektedir.


Eşitsiz Büyümenin Maliyeti

Servet verileri, bu anlamda bize daha detaylı bilgi verebilir. Günümüzde küresel düzeyde gelir ve servet dağılımında ciddi kutuplaşmalar yaşanıyor. Credit Suisse'in Küresel Servet Raporu'na göre 2000 yılından bu yana küresel servet ikiye katlanırken, dünya nüfusunun en zengin yüzde 0,7'lik kesimi bu küresel servetin yüzde 45,2'sine sahip hale gelmiştir. Küresel ekonomide yaşanan bu eşitsizlikler küreselleşme aracılığıyla ülkelerin kendi içlerine de yansımaktadır. Bu rapora göre toplam servetin yüzde 74.5'inin en zengin yüzde 1'in kontrolünde olduğu Rusya, dünyanın en eşitsiz ülkesi olarak öne çıkıyor. Eşitsizlikle Hindistan ve Tayland ise Rusya'yı izleyen ülkeler. Bu tabloda Türkiye de iyi bir görünüme sahip değil ne yazık ki. Son 20 yılda Türkiye'deki en zengin yüzde 1'lik grubun toplam servet içindeki payı yüzde 39.4'ten yüzde 54.3'e yükselmiştir. Bunun anlamı geriye kalan yüzde 99'un payının yüzde 60,6'dan yüzde 45.7'ye gerilemiş olduğudur. Bu payın yüzde 23.4'lük bir kısmı da yine en tepedeki yüzde 1'lik kesimi takip eden yüzde 9'un elindedir. Dolayısıyla geriye kalan yüzde 90, toplam servetin sadece yüzde 22,3'üne sahiptir.
Bu rakamların ortaya çıkışında hiç şüphesiz tercih edilen iktisadi politikalar ve büyüme stratejilerinin önemli bir rolü bulunuyor. Ülkemizde son zamanlarda yaşanan iktisadi gelişme bu anlamda eşitsiz büyüme olarak adlandırılmaktadır. Bunu destekler mahiyette takip edilen vergi ve destek politikalarının da eşitsizliği artırdığı görülmektedir. Bütün dünyada yatırım ve büyüme için yatırımı çekmeye yahut yatırımcıyı tutmak maksadıyla sermaye ve servet gittikçe daha az vergilendirilmekte, teşvik politikaları yoluyla alınan vergiler büyük sermaye gruplarına geri verilmektedir. Bu manada vergi politikalarına bakıldığında yaşanan eşitsizliğin arka planı daha açık bir biçimde kendisini gösteriyor. Türkiye'de kurum vergisi oranları, 1980'de yüzde 50 iken 2000'lerde yüzde 20'lere gerilemiştir. OECD ülkeleri içinde Türkiye kurumlar vergisinde, İrlanda'dan sonra en çok indirim uygulayan ülke olmuştur. Ayrıca uygulanan muafiyet ve teşvik politikaları neticesinde kurumların ödedikleri vergilerin bir kısmını da geri aldıkları düşünülürse kurumların çok az vergi ödediği görülecektir. Benzer şekilde 1980'lerden sonra gelir vergisinde de bir düşüş yaşandığını belirtebiliriz. Ancak bu düşüş daha çok en üst vergi diliminde gerçekleşmiştir. En üst gelir dilimlerinde vergilendirme oranın 1980'lerden günümüze yüzde 65'lerden yüzde 35'e düşürülürken alt gelir dilimlerinde ise yüzde 35'lerden yüzde 20'lere düştüğü görülüyor. Böylece Türkiye'de vergilerin önemli bir kısmını daha az kazananların ödediği bir sistem meydana çıkmıştır. Vergi oranlarındaki bu değişiklikler yabancı sermaye yatırımlarının hareketliliğini ve miktarını artırmaya yöneliktir. Ancak Türkiye'ye yabancı sermaye giriş oranları göz önüne alındığında beklenen neticenin elde edilemediğini ancak aşağıdan ülke içerisinde bir sermaye birikiminin sağlandığı anlaşılıyor. 2017 Bütçesi Vergi Gelirlerinin Dağılımı’na bakıldığında Türkiye'de toplanan vergilerin önemli bir kısmını orta sınıfın ödediği tüketim, motorlu araçlar ve gelir vergileri oluşturmaktadır. Daha çok kazanan kesimlerin ödediği bir vergi türü olan kurumlar vergisi ise sadece yüzde 7,87 oranında kalmaktadır.


Orta Sınıfların Tepkisi

Bütün bu süreç neticesinde günümüzde orta sınıflar eski toplumsal konumlarını kaybetmekte ve önemli ölçüde bir sınıfsal kutuplaşma yaşanmaktadır. Peki, orta sınıfların buna tepkisi ne olacaktır?
Yukarıda bahsedildiği gibi geleneksel orta sınıfların itidalli ve dengeli oldukları; işçi sınıfı gibi kitle eylemlerinden hoşlanmadıkları; ellerinde bulunan entelektüel güce fazlasıyla güvendikleri biliniyor. Dolayısıyla uzunca bir süre orta sınıfların yaşanan konum farklılaşmalarına karşı tepkisiz ve duyarsız kalmasının nedeni de aslında bu. Ancak günümüzde bütün dünyada gittikçe daha fazla orta sınıf hareketliliği yaşandığı da bir vakıa. Albert Hirschmann'ın belirttiği gibi orta sınıflar bu süreçlerde "sadakat, protesto ve terk etme" şeklinde üç stratejik seçenek ile karşı karşıyadırlar. Başlangıçta daha çok sistemi korumaya yönelik bir yaklaşım söz konusu olurken daha sonra gittikçe protesto eğiliminin öne çıktığı görülüyor. Günümüzde orta sınıfların konum kaybeden kesimlerindeki rahatsızlıklar, daha fazla kültürel ve siyasi etkenler etrafında yaşam tarzı çerçevesinde kendisini gösterse de aslında değişen iktisadi konumların etkisi de bunda çok fazladır. Eğer artan eşitsizliklere yönelik tedbir alınmazsa toplumsal yapıdaki sarsılmaları telafi etmek son derece güç olacaktır.


Kaynak: Bu yazının ilk hali Lacivert Dergisi 40. Sayısında yayımlanmıştır. Mevcut hali üzerinde yazar tarafından bazı değişiklikler yapılmıştır.

 

DESTEKLEYEN KURULUŞLAR

DİĞER SİTELERİMİZ