04 November 2019

Politik Bir Hamleden Popüler Kültüre

Medeniyet (uygarlık), bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Bu anlamıyla medeniyet kavramının hayatın bütününü, hatta o hayata bakış açısını bile kapsayan bir ifade olduğunu söylemek gerekir. Öyle ki bir medeniyette sadece yaşadığımız dünya hayatının değil, bu hayattan sonrasının (ahiret) da bir karşılığı vardır. Medeniyet kavramının bir diğer önemli özelliği statik (durağan) değil; bilakis canlı, dinamik bir yapıya sahip olmasıdır. Bu noktada medeniyet kavramı üzerine kurucu çalışmaları ortaya koyan isimlerden olan İbn Haldun’a atıf yapmak gerekir. Medeniyetlerin dinamik, canlı bir yapıya sahip olduğunun farklında olan İbn Haldun, bunu Mukaddime ’sinde geçen “ûmran” kavramıyla ifade etmiştir. İbn Haldun’a göre uygarlık ve toplulukların çeşitlilikleri, zaman içerisinde geçirdikleri değişimler ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. Bu, bir disiplin içerisinde gerçekleştirilebilir. İbn Haldun bu disipline ûmran ismini vermiştir. Medeniyetlerin canlı oldukları, dolayısıyla bir ömrü oldukları bilincine sahip olmak onlara bakışımız ve nasıl anlayacağımız üzerinde etkili olacaktır. Dinamik bir yapıya sahip olması sebebiyle tarih boyunca bir medeniyet diğerleriyle etkileşim halinde olmuş, faklı medeniyetlerden aldıkları olduğu gibi o medeniyetlere kazandırdığı şeyler de olmuştur. Nitekim etkileşim kanalının açık olduğu ölçüde medeniyetler de bir o kadar uzun ömürlü olmuşlardır. Medeniyetlerin etkileşim içerisinde olmaları bir ihtiyacın ürünüdür. Farklı coğrafyalarda, farklı toprakların ürünü olarak ortaya çıkan değerler bütünü, o toprağın insanı tarafından savaşlar, fetihler, ticaret, göçler vs. aracılığıyla farklı coğrafyalara taşınmış, yeni tecrübeler elde edilmiştir. Farklı değerlerle buluşmayı bir tehdit olarak görmeyen toplumlar da söz konusu bu değerler kaynaşması ortamından kârlı çıkmış ve manevi olarak zenginleşmişler, bu zenginlik beraberinde gücü ve maddi zenginlikleri de getirmiştir.  Burada kısaca bahsettiğimiz bu durumun örneklerini tarih kitaplarında fazlasıyla bulmak mümkündür. Medeniyetlerin etkileşim içerisinde olduğu, birbiri üzerinde tahakküm kurma amacı taşımadığı bu durumun yaklaşık 18. Yy itibariyle bozulmaya başladığı görülmektedir. Detaya inmeden önce “tahakküm kurma” sürecinin öznesi Batı medeniyetinin ve nesnesi İslam medeniyetinin ne anlam ifade ettiğinin anlaşılması gerekmektedir.

İslam medeniyeti dini bir temel üzerine inşa edilmiştir. Bu doğrultuda kurucu değerler, bu dünyanın ve ahiretin anlamı, insan tekinin mahiyeti ve görevi, mimari, sanat, bilim, teknoloji ve daha niceleri İslam’ın öngördüğü bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Bununla beraber, İslam’ı kabul etmiş her toplum veya devlet söz konusu bu bakış açısına, yaşadıkları coğrafyanın da etkisiyle, kendi örf ve adetleri üzerinden yaklaşmış ve bir şekilde katkıda bulunmuştur. Bu durum İslam medeniyetinin zenginleşmesini sağlamıştır.  Bunun aksine Batı medeniyeti, bir dinin hayata müdahale etmesine karşı çıkmanın sistematik bir yapıya dönüşmüş halidir. Özellikle orta çağ Avrupası’nda kilisenin hâkimiyeti ve baskısına tepki olarak ortaya çıkan Reform ve Rönesans ile temelini atan Batı’daki Aydınlanma çağı, endüstri devrimi ve sanayileşmeyle beraber farklı bir boyut kazanmıştır. Coğrafi keşifler adı altında sömürgecilik faaliyetleri bu süreçte Avrupa’nın kaynak ve pazar ihtiyacını karşılamış, sonuç olarak bir kıtada ortaya çıkan ama sonuçları tüm dünyayı etkileyecek yeni bir dünya düzeni kurulmuştur.

Bu süreç yukarıda değinildiği şekliyle, iki tarafın da aktif olduğu, medeniyetlerin etkileşimi yoluyla gerçekleşmemiştir. Aksine bu süreçte Batı ve diğerleri vardır. Batı, kendisini kısıtlayan, bir engel olarak gördüğü ne varsa bunlardan kurtulmuş, bu doğrultuda “modern”, yeni bir medeniyet tasavvuru inşa etmiştir. Batı’nın inşa ettiği bu tasavvur o topraklar üzerinde, Batı toplumunun yaşanmışlıkları dikkate alınarak değerlendirildiğinde anlaşılabilmektedir. Ancak bu medeniyet tasavvurunun ideal olduğu ve her toplumun bu elbiseyi giymesi gerektiği görüşünün problemli bir görüş olduğu es geçilmiştir.  Edward Said ve onun Şarkiyatçılık isimli eseri Batı’nın bu problemli bakış açısına bir farkındalık kazandırması açısından önemlidir.

Kavramların Önemi

Batının geçirdiği aydınlanma süreci sonrasında yeni bir dünya tasavvurunun sistematikleştirilmiş hali modernizm olarak adlandırıldı. Bu doğrultuda din, Tanrı, insan, dünya, ahlak gibi temel, kurucu kavramlar yeniden tanımlandı. Bu süreçte genel geçer bir takım varsayımlar kabul edildi ve bunların doğruluğunun veya evrenselliğinin sorgulanmasına müsaade edilmedi. Yeniden inşa edilen alanlardan biri de modern anlamda iktisattır. Klasik iktisat bağlamında bir disiplin halinde iktisadın kurucusu, çağının önde gelen ahlak felsefecilerinden olan Adam Smith olarak kabul edilir. Modern dünyanın ve kapitalizmin kavşağın­daki belirleyici düşünce adamlarından birisi olan Smith, “Ahlaki Duygular Kuramı” isimli eseriyle ahlaki anlamda bir alt yapı hazırlamış, devam eden süreçte “Ulusların Zenginliği” isimli, iktisadın kurucu eseri olarak kabul edilen eseriyle modern anlamda iktisadın varoluş sürecini başlatmıştır. Oysa iktisat, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. İslam medeniyetinin klasik dönemlerinde, Yunan’dan yapılan çevirilerin de etkisiyle, “İlm-i İktisat” kavramı kitaplarda yer etmiştir. Ancak liberalizm ve kapitalizm çerçevesinde modern iktisat tasavvuru, klasik dönem iktisat anlayışından tamamen farklı varsayımlar üzerine inşa olmuştur.

İslam İktisadı ve Finansı

Modern dönemde Batı düşünce tasavvurunun etkisi altında bir zihni işgal sürecine maruz kalan Müslümanlar, içinde yaşadıkları kapitalist sistemde İslam’ın öngördüğü iktisadı inşa edememenin gerilimini yaşamaktadır. Özellikle kapitalist ve liberal anlayışın öngördüğü çıkar maksimizasyonu, ahlaki değerlerin piyasada belirleyici olma fonksiyonunu yitirmesi gibi ön kabuller Müslümanları konvansiyonel finans siteminden uzaklaştırmış ve İslam’a uygun yeni bir finans sistemi inşa etme çabasına itmiştir.

Petrol ve yer altı kaynakları sayesinde kısa sürede zenginleşen körfez ülkeleri, sahip oldukları sermayeyi faizin merkezde yer aldığı konvansiyonel sisteme dâhil etmek istememişler; bunun yerine faizsiz bir alternatif finans sistemi kurmak için çaba göstermişlerdir. Öte yandan Hindistan’dan ayrılarak bir İslam devleti kuran Pakistan da, kurulan devletin ekonomik sistemini İslam’ın kurallarına uygun bir şekilde inşa etmek istemiştir. Sonuç itibariyle bu ülkeler modern dönemde faizsiz finans çalışmalarının başlamasında öncü olmuşlardır.

Faizsiz finans uygulamalarında ne tür modellerin tercih edileceğinin belirlenmesinde faiz etkili bir kriter olmuştur. Faiz uygulamalarında risk paylaşımının adaletsiz bir biçimde gerçekleştirilmesi, haksız kazanca neden olması Müslümanların faizsiz finans modellerinde ortaklıklar üzerine yoğunlaşmalarına neden olmuştur. Bu doğrultuda özellikle mudarebe ve müşareke ortaklıkları faizsiz finans kurumları tartışmalarının gündeme geldiği 1950’li yıllarda popülerlik kazanmıştır. Faizsiz finans uygulamalarının gerçekleştirilmesinde söz konusu işlemlerin varlığa dayalı, reel ekonomiyi besleyici işlemler olmasına önem verilmiştir. Ancak günümüzde faizsiz finans kurumlarının geldiği noktada bu iki önemli maddenin da geri planda kaldığı görülmektedir. Günümüzde katılım bankalarının gerçekleştirdiği işlemlerin %95’inden fazlasını murabaha işlemleri oluşturmaktadır, buna karşın ortaklık temelli gerçekleştirilen işlemlerin sayısı istenilen seviyede değildir. Ayrıca, günümüzde hızla artan finansallaşma eğilimi reel ekonomiyi beslemeyi amaçlayan faizsiz finans kurumlarında da etkisini göstermektedir. Finansallaşma iktisat literatüründe, finansal alanın reel üretimden bağımsızlaşması, kendi mantığı ile çalışması ve nihayetinde finansal sermayenin sanayi sermayesi üzerinde hâkimiyet kurma çabası olarak tanımlanmaktadır (Aybar & Doğru, 2013). Thomas Piketty’nin tabiriyle sermayenin reel ekonomiden daha fazla büyümesi 21. Yüzyılda kapitalizmin finansallaşma problemi olmuştur. Müslümanların konvansiyonel finans sistemine alternatif olarak İslami değerleri yaşatabilecekleri alternatif bir finans sistemi inşa etmek için çıktıkları bu yolda, kapitalizmin yeni bir yüzü olan finansallaşma problemiyle karşı karşıya kalmaları, başlangıçta belirlenen hedeflerin bugün geri planda kalması bazı temel noktaların tekrar düşünülmesini gerekli kılmaktadır.

İslam İktisadı mı Finansı mı?

İslami finans sistemi tartışmalarının başarıya ulaşabilmesi için öncelikle yapılması gereken meselenin düşünsel, teorik altyapısının oluşturulmasıdır. Adam Smith modern iktisadın kurucu kitabı olarak kabul edilen “Ulusların Zenginliği” kitabını yazmadan önce meselenin ahlaki zeminini hazırlamıştır. İslami finans çalışmalarının bugün istenilen başarıya ulaşamamasının sebebi teorik, düşünsel ve ahlaki zemin üzerine yeterince kafa yorulmamasıdır. İslami finans çalışmaları üzerine yoğunlaşmadan meselenin iktisat boyutuna yoğunlaşmak gerekmektedir. Konvansiyonel finans sisteminin bugün son derece güçlü bir sistem olmasının nedeni teorik ve ahlaki alt yapısının güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Modern anlamda iktisadın kurucusu Adam Smith’in ahlak felsefesi alanında çalışmalar vermesi buna örnektir. Finans iktisadın teorik varsayımlarının pratiğe geçirilmiş halidir. Bugün karşılaştığımız finansallaşma problemi modern iktisadın bir problemidir. Müslümanların da bu problemlerle yüz yüze gelmesinin ana sebebi kendi iktisat anlayışlarını inşa edememeleridir. Üniversiteler, finans kurumları ve devletlerin bugün yapması gereken Müslümanların iktisat sisteminin oluşturacak teorik, değer merkezli çalışmalara öncelik vermektir. Modern iktisat paradigması dahilinde sadece faizin ortadan kaldırıldığı bir finans sisteminin İslami finans olarak isimlendirilmesi mümkün olmayacaktır. Modern iktisat anlayışı Batının kapitalist ve liberal dünya görüşü üzerine inşa edilmiştir. Bugün Müslümanların beslenmesi gereken kaynak Batı değil kendi İslam medeniyeti olmalıdır.

Politika mı Popüler Kültür mü?

Günümüz Müslümanlarının özelde iktisat alanında, genelde ise medeniyet tasavvuru noktasında yaşadığı problemlerin ana nedeni ele alınan meselelerin içselleştirilememesidir. Somut bir örnek faizsiz finans çalışmaları üzerinden verilebilir. Müslümanların bu çalışmaları gerçekleştirmelerinde motivasyonu politik olmuştur. Faizsiz finans sistemi inşası çalışmaları özellikle faizin merkezde olduğu, adaletsiz ve ahlaktan uzak bir iktisat anlayışına tepki olarak farklı coğrafyalardaki Müslümanların ortak bir tepkisi sonucu ortaya çıkan müzakere ve tartışmaların bir ürünüdür. Bu minvalde ortaya konan tepkinin politik bir yanının olduğu gerçektir. Öte yandan söz konusu çalışmaların iktisadi, teorik ve değer merkezli çalışmalara dönüşmemesi ya da bu tarz çalışmalarla desteklenmemesi, diğer bir ifadeyle finansın teorik zemininin güçlendirilmemesi sonucu faizsiz finans çalışmaları popüler bir kültür halini almıştır. Bunun sonucunda konvansiyonel finans kurumları da faizsiz finans ürünleri üreterek Müslümanların sermayelerini havuza dahil etmişlerdir. Sonuç itibariyle iyi bir niyetle ortaya çıkan bu çalışmalar, konvansiyonel sisteme bir alternatif olamamış, aksine sistemin içerisinde faiz hassasiyeti olanlara karşı bir bölüm ayrılmış, bu da sistemi daha güçlü kılmıştır.  İslam iktisadı “faizsizlik” demek değildir. Bu nedenler faizi uzak tutmak finans sistemimizi İslami bir forma dönüştürmek için yeterli değildir. Faizin haramlığı sabit olmakla beraber inşa edilecek iktisadi sistem içerisinde İslam’ın değerlerinin görünür olması gerekmektedir. Buna göre kurulacak iktisadi sistemin varsayımları dinin bütününden ayrı düşemez.

Sonuç

Medeniyetler bulundukları coğrafyaya, yaşanılan tecrübelere göre gelişim gösteren bir yapıya sahiptir. Buna karşın bir medeniyetin sahip olduğu değerlerin, ilahi bir vahye dayanmadıkça evrenselliğinden söz edilemez. Bundan dolayı Batı medeniyetinin 18. Yy sonrası sistematik bir şekilde inşa ettiği dünya tasavvuru evrensel bir gerçeklik olmayıp, Batının yaşadığı tecrübelerin bir ürünüdür. Dolayısıyla Müslümanların besleneceği kaynak yaşadıkları coğrafya ve keşfedilmeyi bekleyen zengin İslam medeniyetidir. Ancak bu beslenme sürecinin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için yapılan çalışmaların popüler kültüre dönüşmemesine dikkat etmek gerekmektedir. Bunun için üretilen her alternatif eylem ve pratiğin düşünsel, teorik, ahlaki altyapısı da inşa edilmelidir. Popüler kültürün bir ürünü haline gelen çalışmalar alternatif olmaktan ziyade mevcut sistemi güçlendirecektir.

Not: Bu yazı BURA Derneği İslam Politik Ekonomisi Atölyesi kapsamında kaleme alınmıştır.

DESTEKLEYEN KURULUŞLAR

DİĞER SİTELERİMİZ